MUHABBET

MUHABBET

En azından üç dil bileceksin

En azından üç dilde düşünüp rüya göreceksin

En azından üç dil

Birisi ana dilin

Elin ayağın kadar senin

Ana sütü gibi tatlı

Ana sütü gibi bedava

Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun ‘’Üç Dil’’ isimli şiirinde belirttiği gibi ana dilin, elin ayağın kadar senin. Unutmaman gerekir ki ayağın nasıl seni yanlış yere götürüyorsa dilin de başına olmadık işler açabilir. Sadece dile sahip olmak yetmez dilin hakkını muhabbete değer insanlarla vermek gerekir. Ana sütü gibi bedava diye her yerde konuşmak her yerde zorda bırakır. Dil muhabbet gerektirir muhabbete değecek olanlarla.

Temposu yüksek modern hayat ve zor çalışma koşulları, hayatı bir koşuşturmanın içine sıkıştırıyor. Hızlı adımlarla yürüyenler, hızlı bir şekilde konuşanlar, hızlıca yemek yiyenler, hızlıca karar verenler, trafik ışığında sarı rengi görünce kornaya basanlar, hızlı okuma kursuna gidenler hayatın hız üzerinden formatlandığını işaret etmekte. Hıza dayalı yaşam, bir araya gelmemize, muhabbete fırsat tanımıyor. Muhabbetsiz ve soluksuz yaşam, bizleri aynı zamanda giderek yalnızlaştırmakta.

Muhabbet kültürü ve sevgisi çok güçlü olan bir toplumun fertleri, bu hız girdabına nasıl düştü anlamak mümkün değil. Bu toplumun sohbet sevgisini ifade eden “gönül ne kahve ister ne kahvehane, gönül sohbet ister kahve bahane” sözünü düşününce insanın şaşkınlığı daha da artıyor.

Fotoğrafa baktığım zaman kirli pencerenin ardında üç genç bayanın muhabbetini ve muhabbetten aldıkları keyfi görüyorum. Yüzlerindeki mutluluk ifadesi muhabbetin hakkını verdiklerini gösteriyor. Kirli camın görüntüsü bu muhabbetin güzelliğine engel olamıyor. Hayatımızın her aşamasında tıpkı pencerenin kiri gibi dili ve yüreği, niyeti kirli olanlar muhabbeti iyi olan, yüreği sevgi ve saygı ile dolu olanların bir araya gelmesine engel olamıyorlar.

Yaşadığımız koşuşturmaca, ruh ve beden arasında bir ayrışmaya neden oluyor. Bu konuyla ilgili kısa bir öykü son derece anlamlı: Bir zamanlar Afrika’da kayıp bir şehri aramakta olan arkeologlar beraberlerindeki yükleri o bölgede yaşayan yerlilerin yardımı ile taşıyarak uzun bir yolculuğa çıkarlar. Kafile, zorlu doğa koşullarında, balta girmemiş ormanlarda ilerleyerek, nehirleri, çağlayanları geçerek devam eder günlerce. Günlerden bir gün yerliler birden bire dururlar. Taşıdıkları yükleri yere indirip hiç konuşmadan beklemeye başlarlar. Ulaşmak istedikleri yere bir an önce varmak isteyen batılı arkeologlar bu duruma bir türlü anlam veremezler. Yerliler ise hiçbir şey yapmadan büyük bir suskunluk içerisinde sadece beklerler. Yerlilerden biri batılı arkeologlar için anlaşılmaz olan bu durumu dillerinden anlayan rehbere şu şekilde ifade eder: “Çok hızlı gidiyoruz, ruhlarımız geride kalıyor…”

Keyifli bir muhabbette ruhun, sevginin varlığını rahatlıkla hissedebilirsin. Günlük hayatın içerisinde üç dili değil otuz üç dili olsa da ruhu olmayanların, aynı frekansı tutturamayanların muhabbetsiz yaşamı hayatı eziyete çeviriyor. Yaşantımızda yavaşlığa, soluklanmaya, muhabbete, ruh ve beden bütünlüğüne dayalı bir yaşamı arzulamalıyız. Aksi takdirde yaşam yaşam olmaktan çıkar, eziyete döner. Etrafımızdaki kirli, muhabbetten uzak olanlarla aynı dili ve aynı ruhu paylaşıp muhabbet etmektense muhabbetin hakkını verecek samimi dostlarla hayatı yaşamak daha anlamlı ve daha keyifli olmaz mı?